İnsanoğlu
varolduğundan bu yana içinde yaşadığı evrenin kusursuz işleyişi ve
harika düzeni karşısında meraklı gözlerle etrafını seyreder ve
çevresinde olup bitenleri anlamaya çalışır. Hele başını şöyle bir
kaldırdığında, gündüzleri gökyüzünün o büyüleyici maviliği, geceleri
karanlığı aydınlatan gökteki esrarengiz cisimlerin o güzelim duruşları
karşısında kendinden geçer.. İlk insanlar gökyüzünü hayretle
seyrederken düşünmeye başlamıştı. Gündüzleri gökyüzündeki maviliği,
karanlık maviliğe hakim geldiğinde etrafı aydınlatan o şeyler de neyin
nesiydi? Peki ya onlar nasıl oluyor da boşlukta tepemize düşmeden
kalabiliyorlar? Yoksa yukarılarda boşluğu dolduran onları tutan bir
şeyler mi vardı?
Tarih boyunca insanoğlu bilgisini sürekli
artırdı ve arttırmaktır. Özellikle bilimsel yöntemin oluşturulmasında,
ortaçağda İslam bilimcilerinin çalışmalarının büyük katkısı oldu.
Oradaki gelişmelerin batıya aktarılmasıyla özellikle Galileo ve
Newton'un tabiattaki harika ahengin belirli kanunlara formüllere
dayandığının belirlenmesi ve bunlar üzerine yapılan yorumlar bilim
tarihinin dönüm noktalarından birisi oldu. Bu arada bilimsel bilgiye
giden yolun temel taşları belirlenmiş oldu. Bilim adamları deney ve
gözlemler ışığında akıl yürütüyor ve evrenin sırlarını çözmeye
başlıyordu..
Madde ve Esir
Evren sırları bir
bir çözülüyor, ama kainatta madde ile boşluk arasında bulunması gereken
bir özün eksikliği kendini belli ediyordu. Gerçekten de maddeler
dünyası olarak bildiğimiz kainat içinde uzay boşluğunun tam bir
boşluktan ibaret olabileceği pek akla yatkın bir düşünce değildi. "Genel
çekim”, "elektrik” ve "manyetizma” gibi kuvvetlerin bulunmasından sonra
uzayın iki farklı noktasında bulunan iki cisim arasında cereyan eden
etkileşimlerin nasıl taşındığı veya iletildiği sorusu gündemi sürekli
meşgul etti. Genel çekim kanununu keşfeden Newton, arada hiçbir
bağlantı olmadan boşluktaki iki uzak cismin birbirlerine kuvvet
uygulayabileceği düşüncesinin aklî melekeleri sağlam hiç kimse
tarafından kabul edilemeyeceğini söylüyordu. İki kütle arasındaki çekim
muammasını çözümü hayatı boyunca uğraştığı temel problemlerden
birisiydi Nevton’un. Bu maksatla tüm uzayı dolduran esir
parçacıklarının rol oynadığı mekanik bir model kurmaya çalıştı. Ancak
bu parçacıkların maddeyle nasıl etkileştiği ve nasıl bir yapıya sahip
olduğunu anlamak mümkün olmuyordu. Boş uzay boş olmayıp çekim
kuvvetinin iletilebildiği, elektrik kuvvetleri taşınabildiği bir şey
vardı. Bu şeyin ne olduğuna gelince, onun durgun, saydam, gaz halinde
bir madde, yani her yere nufuz edebilen esir maddesiydi.
"Mutlak referans çerçevesi "dediği bir problem üzerinde kafa yormuştu
Nevton. Eğer evrende tek hareketsiz madde olarak düşünülen esirin
varlığı ispatlanabilseydi, bilimciler sonunda Newtonun aramış olduğu
sabit referans çerçevesine kavuşacaklardı. Nasıl bir deneyle
ispatlanabilirdi esir?
Michelson – Morley Deneyi
Esirin varlığını belirlemek için deney macerasını Abraham Michelson
üstlenmişti.. Michelson, deniz subaylığından ayrılmış genç bir
fizikçiydi, fen dalında Nobel alan ilk Amerikalıydı o. 1880 yıllarında
araştırmaya tek başına koyuldu. 1887’de çalışmalarına bir kimya
profesörü olan Edward Williams Morley de iştirak etti.
Görünmez
hava içinde planörde bulunan bir pilot açık bir kabin içinde olsaydı,
şüphesiz havayı yüzünde hissedecekti. Veya uçağa bir flama takılabilir,
hava akımı dolayısıyla onun çırpınışı gözlenebilirdi. 19. uncu yüzyıl
fizikçileri durgun esir içinde hareket eden dünyanın içinde hareket
ettiği düşünülen esir akımını veya rüzgarını harekete geçirerek benzer
bir etki oluşturduğuna inanıyorlardı. İki bilim adamına göre
uzayı dolduran esir hareketsizdi. Dünyamız evreni kaplayan esir içinde
sanki su dolu bir kavanozdaki bir bilyeye benziyordu. Nasıl bilyemizi
hareket ettirdiğimizde suda bir dalgalanma vuku buluyorsa, gök
cisimlerinin hareketlerinden dolayı esirde dalgalanmalar vaki olacaktı.
Bu dalgalanmalar yüzünden ışığın hızında değişmeler meydana gelecekti.
Denizde giden bir su motorunda iken elimizi denize daldırdığımızda bir
akıntı ve direnç hissederiz. Öyle de Güneş etrafındaki yörüngesinde
ilerleyen dünyamız da hareketsiz esirde bir akıma sebep olacaktır. Bu
akım ise dünyanın hareket yönünde gönderilen ışığı geciktirme şeklinde
olacaktır.. Bu gecikmeyi belirleyebilirsek esirin varlığını da tecrübi
olarak ispatlamış olacaktık.
Madem ki ışık dalgalarla hareket
ediyordu, yapışık tek bir ışın bitiş çizgisine farklı fazlarda
varacaklardı. Michelson, her ışık dalgasının frekansları arasındaki
farkı ölçebilen ve kendi icadı olan bir aygıtı kullanarak ışık
ışınlarının gidiş –geliş zamanları arasındaki herhangi bir değişmeyi
saptayabileceğini ummuştu.
Deney yapıldı. Interferometre adlı
bir aygıtla gerçekleştirilen deneyde ışık kaynağından çıkan ışınlar, 45
derecelik açıyla duran yarı gümüşlenmiş ayna tarafından ikiye ayrıldı
Bu iki ışından biri dünyanın hareketi yönünde, diğeri bu doğrultuya dik
bir yönde ilerledi. Dünyamız güneş etrafında ortalama 30 km/s hızla yol
aldığı için dünyanın hareket yönünde gönderilen ışığın hızı 299.970
km/s olarak ölçülmesi gerekiyordu. Sonuçta iki ışık ışınlarının hızları
arasında çok az bile olsa bir fark görülmedi. Yani deney sonunda
beklenenler gözlenmedi. Deney tekrarlanıyor, günün değişik saatlerinde,
yılın farklı mevsimlerinde tekrarlanıyordu. Sonuç değişmiyor, ışık
hızında en ufak bir sapma gözlenemiyordu.
Deneyin sonucuna
göre, eğer esir vardıysa, ya dünya hareket etmiyordu ya da esir dünya
ile birlikte aynı hareketi yapıyordu. Dünyanın hareketinden şüphe
edilemeyeceğine göre, esirin, belirli bir gezegenin hareketini
izlediğine inanmak da pek tatminkar görülmüyordu. Michelson –Morley
deneyi, bu sonuçlar yüzünden başarısızlığa uğrayan en meşhur deney
olarak bilinir oldu. Michelson başarısızlığı kabul etmiyor, sadece bir
yerde, her nasılsa , bir şeyin eksik kaldığını düşünüyordu. 1931’de
ölümüne değin iki yıl daha aynı konuda çalışmaya devam etti.
Michelson
-Morley deneyinin beklenmeyen sonucu bilim adamlarını harekete geçirdi.
Lorentz ve Fitzgerald, hareketli cisimlerin hızlarıyla doğru orantılı
bir şekilde boylarının kısaldığını matematiksel olarak gösterdiler.
Buna göre interferometre aygıtında dünyanın hareket yönünde ilerleyen
ışığın aldığı yolun da kısalması gerekir. Bu kısalma hesaba
katıldığında ise hızların birbirine eşit çıktığı görüldü. Böylece esir
varolmamaktan kurtuluyordu bir bakıma. Ancak bunu deneysel olarak
ortaya konma zorluğu vardı. Çünkü büzülme, bir sigorta görevi yapar
gibi ışık hızının değişmesine izin vermiyor, sanki evren esirin
belirlenmesini istemiyordu.
Bu son gelişmeler karşısında
fizikçiler ihtilafa düştüler. Kimileri esirin varlığını savunurken
kimileri de bu esir düşüncesinin terk edilmesi gerektiğini
söylüyorlardı. Ama fiziğin o günkü aldığı seviye ile esir hakkında
doğruyu bulmak pek mümkün gözükmüyordu.
Gözden kaçan noktalar
H. C. Dudley, Science Digest de yayınlanan "Esir: yeniden keşfedilen
beşinci element” başlıklı makalesinde Michelson-Micheal deneyinde göz
ardı edilen noktaları şöyle dile getiriyor: "Michelson, güneşin
çevresindeki esir içinde hareket ederken dünyanın hızını ölçmekle
ilgileniyordu. Dünyanın hareketinin karmaşıklığı düşünülerek, onun
deney teşebbüsünün biraz safça olduğu görünüyor. Fakat o zamanlar
sadece bir yönde hareket eden dünyanın, başka bir yönde hareket eden
bir güneş sisteminin sadece bir parçası olduğunu ve güneş sisteminin de
bir çok hareketli galaksinin parçası olduğunu kimse bilmiyordu. Dahası,
interferometre deneyinde, esir rüzgarının kendi aygıtıyla aynı düzlem
içinde hareket etmiyor olabileceği ihtimalini hesaba katmamışı. Esir,
pekala devreden aygıta hemen hemen dik bir bir açısıyla hareket ediyor
olabilirdi. Michelson –Morley deneyi, 1900 öncesinin sınırlı klasik
mekaniği esas alınarak gerçekleştirilmişti. Michelson önsezisinde
haklıydı: çalışmalarında gözden kaçan bir çok nokta vardı”. Örneğin
bunlardan birisi dünyanın bir değil birkaç tane hareketi aynı anda
yapıyor olmasıydı.
Michelson’dan bu yana esir konusunun bazı
kesimlerde tekrar rağbet gördüğü dikkatimizi çekiyor. Florida State
Üniversitesi fizik profesörü lan (Nobel ödülü) Dirac yeni bir esir
kavramı önerdi. Dirac, esirin her yanı kaplayan ve gelişigüzel hareket
eden bir elektron denizi olduğunu ifade eder. 1959’ da bir Fransız
fizikçisi olan Victor de Broglie esirin "lepton”lardan (bir sınıf küçük
kütleli, atomdan küçük parçacık) ve olası ki nötrinolardan (hemen hemen
kütlesiz ve yüksüz leptonlar) oluştuğunu söylüyordu.
Karanlık Madde – Kara Enerji
1965
lerden önceki astronomi anlayışı büyük ölçüde değişti ve ders kitapları
yeniden yazıldı. 1925’lerde evrenin sadece Samanyolu galaksisinden
ibaret olduğu sanılıyordu. Michelson Morley deneyi dünyanın sadece
Güneş etrafındaki hızı esas alınarak tek hareket yaptığı esas alınarak
yapılmıştı. Halbuki teleskopların büyümesiyle anlaşıldı ki dünya bir
değil birkaç hareketi aynı anda yapmaktadır. Yapılan incelemelere göre
dünyanın hızının galaksimiz merkezine göre saatte 220 km dir. Bir
önemli bir diğer keşif ise yıldızlar arası boşluğun yıldızların ve
gezegenlerin içerdiği kütleden daha büyük kütleye sahip olduğunun
belirlenmesidir. Kısaca, boş uzay gerçekte, birbirine bağlı manyetik ve
elektriksel alanlarla doluydu. Yıldızların nükleer reaksiyonları ve
özellikle süpernova patlamaları açığa çıkan yüksüz ve çok küçük olan
nötrino fışkırmaları ile devamlı besleniyordu.
Evren, gerçekte evrende olmasi gereken maddenin yüzde onudur. Bu evren, yüzde doksan, ne olduğunu bilmediğimiz, hakkında hiçbir fikrimizin bulunmadığı, "Karanlik
Madde"den oluşmaktadır Bu demektir ki uzay "boş” olmayıp, gözlenen
maddenin 9 katı kadar ağırlıkta görünmeyen kütle ile dolu
bulunmaktadır. Görünmediğinden ve doğrudan belirlenemediğinden karanlık
ünvanı verilen "kayıp kütle” yada "Karanlik Madde" nin ve "kara enerji”
nin varlığını gerektiren bir çok gözlem bulunuyor. Evreni ivmeli olarak
genişleten etkinin bu "kara enerji” olduğu bildiriliyor.
Açığa
çıkarılan sırlar evrende hakim olan muazzam gücün varlığını daha
belirgin hale getiriyor. Elbette sayısız gök cisimlerini düzen
içerisinde ayakta tutan bir güç var. Elbette tanımlanabilen belli bir
amaca yönelik böyle büyük bir gücün sahipsiz olduğunu iddia edecek
kimse bulunmuyor. Tüm evrene hakim olan bu kuvvet beraberinde
yıldızları ve galaksileri de bir düzen içinde tutuyor, dengeyi
sağlamada "aracı” ve "vasıta” bir madde ve enerji olmalıdır. Adına
ister "kara enerji” diyelim isterse "esir enerjisi” diyelim açık olan
şu ki böyle olağanüstü bir kuvvetin kontrolü, herşeye hakim, sınırsız
güce sahip Yüce bir Varlık sayesinde mümkün olabilir. Elbette ki, bu
gücün sahibi dünyayı ve tüm evreni yaratan, gücü sonsuz ve her şeye
içine alan Allah’tan başkası olmayacaktır.
Gözardı Edilen Noktalar Michelson
-Morley deneyinde göz ardı edilen ve hatta aşıra kaçılan noktalar
vardır ki onları da belirtmeden geçemeyeceğim. Bunu itiraf edenlerden
birisi de Einstein’dır. 1905 yılında yayınladığı Özel İzafiyet Teorisi
ile ilgili makalesinden sonra, esire göre hareketin ölçülememesinin
esirin var olmadığı üzerindeki yorumlarda aşırıya kaçıldığını belirtir
Einstein. Hattâ 1920 yılında Leyden'de yaptığı bir konuşmasında, esiri
kabul etmeden uzay - zamanın yapısının kavramanın mümkün olmayacağını,
ışığın yayılması ve genel çekimin de esir olmadan düşünülemeyeceğine
dikkat çekmişti. Einstein, Michelson Morley deneyinin ve Özel İzafiyet
Teorisinin aslında esirin olmadığını değil, bize esirin hareketinin
uzay zamanda izlenemeyeceğini, dolayısıyla esire göre hareketin
tanımlanamayacağını ve esirin, referans sistemlerinin üstünde bir
gerçekliğe sahip olduğunu belirtiyordu. Çünkü eğer uzay mutlak boşluksa
o zaman uzay zaman nasıl ”eğilip bükülebilir” "genişleyip
büzülebilirdi?” Demek uzayın bu özelliklerini ortaya koyan "Genel
İzafiyet Teorisi”, boş uzayın (vakum) yokluk olmayıp bir tür nesne
olduğunun ispatıydı. Esir konusundaki kafa karışıklığına dikkat
çeken Nobel ödüllü 2004 Frank Wilzcek, Einstein'ın esiri fizikten
silmek şöyle dursun bilakis esiri yüceltip fizikçilerin araştırma ve
çalışmalarında çok mühim bir konuma yükselttiğinden söz eder. Bugünkü
teorik fiziğin büyük bir kısmının, bilhassa Süpersicim Teorisi'nin, adı
konmamış bir şekilde esirin mahiyetinin ve özelliklerinin incelenmesi
olduğu söylenebilir. Eğer öyleyse kadim anlayışa göre beşinci element
olan esir maddesi, diğer elementlerin de anası ve atası ve varlığın
asli unsuru olarak yakın gelecekte kendinden en çok bahsedilen kozmoz
maddesi ve gerçeği konumuna çıkabilir. Esiri Maddesel Dünyada Arayanları Yanılgısı Esir
maddesinin bir sır olarak kalmasının nedeni neydi? Neden esir konusu
temizlik yaparken halının altına atılan toz gibi bir kenarda bırakılmak
istendi? Amerikalı kuantum fizikçisi Arthur Zajonc"Işık ve Şuurun
Ortak Tarihi" adlı kitabında yer alan ifadeleri bir kısım çevrelerce
esire karşı sürdürülen mücadelenin iç yüzünü ortaya koymaktadır
aslında: "Maddesel bir esir yoktur. Bu kavram materyalist düşüncenin
sonucu olarak ortaya çıkmıştır." Zojonc’un şu ifadeleri de ilginç:
"Eğer ışığın bir dalga olduğunu söylersek, bir soru akla geliyor : Bu
salınımı sağlayan etken nedir ? Örneğin su dalgalar ve ses dalgaları
salınımlar sonucu oluşur. Ses ve su dalgaları hava ile iletilir. Peki
ışık dalgalarının taşınmasını sağlayan ortam şey nedir ? Bana göre bu
sorunun cevabı olan ortam, maddesel bir tabiatın içinde değildir. Neden
bazı ortamlarda ışık-dalgası, ışık-parçacıkları gibi davranıyor. Bu
soru hâlen çözümlenememiştir. Işık dalgaları çift yarık deneyinde,
birer ışık- dalgaları olarak davranacaklarını nasıl biliyorlar?
Fötonların birbirleri ile nasıl iletişim kurdukları ayrı bir muamma
olmaya devam ediyor. Birbirine zıt doğrultuda iki ışık kaynağını ele
alalım. Bunların birisinden çıkan bir fotonun hareketi, öteki ışık
kaynağından çıkan fotonun hareketini etkiler. Fotonlar ışık ile hareket
ettiklerine göre birbirleri arasındaki iletişimin hızı, ışık hızından
büyük olması zorunludur. Ama nasıl anlaşıyorlar? Bu "telepati” de aracı
nedir? Daha ilginç bir olay ise, son çalışmalarda bazı özel ortamlarda
elektromanyetik dalgaların, ışık hızından daha da hızlı gidebileceğinin
anlaşılmasıdır. Eğer bu teorik düşünce, pratiğe uygulanabilirse fiziğin
temel direği olan "İzafiyet Kanunu" büyük bir sarsıntı içinde demektir.
Tabi tüm bunların ortamı esir maddesi ise, esirin ışık hızının da
ötesinde bir gerçekliğe sahip olduğunu gösteren işaretler olmaktadır.. Esir Maddesi ve Bediüzzaman Bilimin
özellikle yeni fiziğin gittikçe madde ötesi unsurları gündemine
sokmasıyla ve türlü türlü ince teknolojiyle bilinmeyenlerin sırları
üzerinde yoğun çaba göstermesiyle, yakın gelecekte esirle ilgili daha
açık bir anlayışa ulaşacağımızı söyleyebiliriz. Bediüzzaman’ın
dikkat çektiği gibi, ruha yakın bir yapıda ve vücudun en zayıf
mertebesi olan "esir”i anlaşılır kılmak kolay bir mesele olmasa gerek.
Esir; ışınlarla, manyetik ve nükleer kuvvetlerle bildiğimiz anlamda
fizikî ve kimyevî herhangi bir etkileşime girmiyorsa, spektroskopik
cihazların ölçüm alanının dışında kalıyorsa, müşahhas ve ayrıntılı
neticelere ulaşılamayacaktır. Önümüzde evrenin hâlâ bilmediğimiz nice
kanunları ve çözülmesi gereken sayısız sırrı, keşif bekliyor. Âlemin
sırlarını Kur’ân'ın ışığında keşfeden Bediüzzaman, esir ortamının
sadece varlığın beliriş ortamı ve faaliyet alanı ile sınırlı
kalmadığını, onun "nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle techiz"
edildiğini, ilâhî arşlardan biri olduğu anlatır. Arş ile alan kavramı
arasındaki vazife itibarıyla parelelliğe dikkat edelim lütfen. Su ve
toprak da birer arş olarak yaratılmışlardır. Yani varlığın faaliyet
alanı ve ortamı.. Elbetteki esir ortamındaki faaliyetler, su ve
topraktakinden farklı olacaktır. Çünkü esir, Cenab-ı Hakk'ın en nazenin
bir hulle-i icraatıdır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin,
ruhanî ve manevî varlıkların yaşama ortamı ve faaliyet alanı olmalıdır.
Bediüzzaman’ın dikkat çektiği gibi hava unsurunun manevî cephesi olan
esir, bir hüve olarak âlem-i misâl ve âlem-i mânâya bir anahtar
olmaktadır. Bu sebeple, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi, mevcudatın
aralarına nüfuz etmiş bir madde olarak esir, madde âlemini mânâ
âlemlerine bağlayan, hem bu âleme hem de öbür âlemlere benzeyen,
ikisinin arasında bir yapıya sahip olacaktır Hala esir konusunda
bilimsel ve açık sonuçlara ulaşılmadığı halde, "esir maddesi” ile
ilgili yaygın ve kadim inancın kaynağı ne olabilir? Kanaatıme göre bu
inancın temelinde esirin vahiy kaynaklı bir gerçekliğe sahip olmasıdır.
Bediüzzaman, Esir Maddesinin yaratılış silsilesinin ilk adımı teşkil
ettiği üzerinde durur. Daha sonra esirden atom altı taneciklerin
(cevahir-i fert) yaratıldığını Kuran’ın ilgili ayetinin yorumu olarak
ele alır: 'Arşı su üzerindeyken...' (Hud Suresi, 7) âyeti şu madde-i
esiriyeye işarettir ki, Cenabı Hakk'ın arşı, su hükmünde olan şu esir
maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani'in ilk
icadlarının tecellîsine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra
cevahiri ferde kalb etmiştir. "(İşarat-ül İ’caz). Gerçekten de esir
için en güzel benzetme akıcılığı, her yere nufuz kabiliyeti, canlılığın
oluşum ve idamesindeki hayati görevleri ile esir maddesi olsa gerek.
Öyleyse bizler ruh ve enerji bedenimizle "hayat enerjisini” oradan
aldığımız esir deryası içinde yüzen ama deryadan haberi olmayan balık
misâlindeyiz. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir.”
(Yâsin, 36/40) ayet-i kerimesi Güneş, Ay, Küre-yi arz ve milyarlarca
gök cismi uzay boşluğunda, belli yörüngelerde yüzüp gittiklerini ifade
ediyor. Yüzme boşlukta değil, bir madde içinde olur. Ayet-i kerimede
boşluk denize benzetilerek evrenin boş olmadığı, dolayısıyla bu boşluğu
dolduran maddeye işaret edilir. Elmalılı M. Hamdi Yazır "Hak Dini
Kur’ân Dili" adlı tefsirinde, Hud suresindeki "Arşı da su
üstündeydi..." âyetiyle ilgili olarak çeşitli izahları
karşılaştırırken, "Bir de bunlar Arşın herşeyi kaplayan bir cisim
olması anlamıyla ilgilidir" diyerek dolaylı yoldan esire ve esirin
özelliklerine dikkat çekmektedir.. Esirin anlaşılması ile
ilgili bilim tarihi içindeki geçirdiği evreleri dikkate alırsak, onun
zamanla değişen teorilerden bağımsız bir gerçekliği ifade ettiğini fark
edebiliriz. Bu yüzden İlahî vahyin doğru anlaşılması ve yorumlanması
şüphesiz ki daha büyük önem taşımaktadır. Zira esir, dua hamd tesbih
gibi ibadetlerden hasıl olan neticelerin yayılma ortamı, kulu Yaratanı
ile buluşturan bir alan görevi ifa etmektedir. En uzağın en yakın hale
geldiği, bir şeyin herşeyle münasebet kazandığı esir ortamı Yaratanın
birliği ile beraber her şeyin her işi ile bizzat ilgilenmesinde bir
aracı ve ortam (arş) görevi ile teçhiz edilmiş olmaktadır. Tüm evren
katlarının ondan yapılandığı ve ondan hayat ve enerji aldığı esir
ortamı kainata adeta "ruh” hükmündeki işlevi ile de C. Hakkın
Kayyumiyetinin medarı olmaktadır. Esire yüklenen böylesine hayati
roller ve görevler Bediüzzaman gibi Kuran yorumcularının neden esirden
ziyadesiyle söz ettiğinin bir sırrına ve hakikatına ışık tutar
zannederim.
Alemde sergilenen ilâhî lütûf, güzellik ve
hayırlara karşı dua, tesbih, hamd ve ibadetle mukabele eden varlıkların
her biri aynı zamanda İlâhî isimlerin güzelliklerini, kozmik sırları de
sergileyen ve haykıran birer ilanname ve dellaldırlar. " O dellalların
güzel ve tatlı hamdlerini ve senalarını ve mabuduna medihlerini ve
onların kelimelerini her tarafa neşir ve arş-ı azamın canibine
sevketmek için esir unsuru, emirber neferler küçücük diller ve kulaklar
gibi o güzel kelimeleri dergah-ı uluhiyete takdim etmek için o pek
harika acib vaziyeti hava ve esire verilmiştir ki hava âleminin maddi
cephesi atmosfere tekabül ederken manevi cephesi (ışınları
elektromanyeik dalgaları ve hattâ duaları nakleden) esire karşılık
geldiği kanaatındayız. Tabi ki bu harika faaliyetlerde gerek esiri
oluşturan tanecik(ler) ve gerekse hava tanecikleri basit bir sebepten
öteye gidemezler. Bu icraatların sahibi kâinatı esir vasıtasıyla bir
bütün haline yapıp en uzağı en yakın hale getiren, bununla evren
çapında birliğini açıkca gösteren boyutların ve uzayların gerçek sahibi
olan âlemlerin Rabbidir. Aksi takdirde esirin "zerreden çok derecede
daha küçük olan zerrelerine; herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir
ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek”
demek olacağından, böyle bir fikir "esirin zerreleri adedince
yanlıştır”
Okunma Sayısı : 1669
|